Hepimizin sıkıntıları var şu hayatta. Bir günü yakınmasız, hayıflanmasız geçiremiyoruz. Bir şeylerden memnun değiliz. Bizim istediğimiz gibi olsun istiyoruz. Eleştiriyoruz, eleştiriyoruz, eleştiriyoruz...

Eleştirmekte bir sorun yok. Eleştirmekten kaçınmak için hiçbir şey yapmamak, hiç konuşmamak, yani kısacası bir hiç olmak lazım. Belli semptomlara karşı savunma mekanizmamızı geliştiriyoruz. Eleştirmek de bunun temel aracı. Fakat keşke çenemiz çalışmasa hep, biz de çalışsak. Öneriler sunsak, gerçekleşmesi için peşinden koşsak. Eleştirenin şunu sormak lazım kendisine: "Memnun olmadığım şeyi değiştirmek için elime bir fırsat geçerse buna zaman ayırır mıyım? Dahası, bu fırsatı böylece oturup bekleyecek miyim, yoksa bu fırsatı ben mi yaratacağım?"

Örneğin, hükümetten ya da sistemden mi şikayetçisin? Değişmesi ve senin istediğin gibi bir sistem olması için ne yapıyorsun?

Eğitim sisteminden mi şikayetçisin? Dersleri asıp kantin köşesinde dünyayı mı kurtarıyorsun? Yoksa tartışma ortamı yaratıp bunu gündem yaparak sistemin iyileştirilmesi için önerilerde mi bulunuyorsun? Fare dağa küsmüş, dağın haberi yok deyiminin zıttına mağdurların mağdur bırakanlara şikayetlerini ve isyanlarını dile getirmeleri bile somut bir adım, bir başlangıç.

Ülkede bilim yapılamamasından mı şikayetçisin yoksa? Peki sen ne yapıyorsun bu konuda? Önerdiğin yaklaşım ne? Çözüm ne? Malum, Goethe'nin dediği gibi çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar.

X konusunundan yakınana şunu önerdiğimizi düşünelim: "Artık sen X bakanısın, yetki senin elinde!". Eğer o kişi "yok, ben almayayım" diyerek bunun hakkını veremeyeceğini, bu ağırlığın altında ezileceğini düşünüyorsa eleştirirken bir kere değil, binbir kere düşünmeli. Ama gönül "yeter ki bu fırsat elime bir geçsin..." demeyi düşleyen ve üreten insanlarla hoşbeş etmek ister.

Düzeltme: Çetin'in uyarısıyla aydınlanıp, "dağ dağa küsmüş, dağın haberi yok atasözü"nü, "fare dağa küsmüş, dağın haberi yok deyimi"yle yer değiştirdim :)